Ahmet Özcan, “Bay K ya da Modern İnsanın Yalnızlığı, Yabancılaşması ve Yok Oluşu”, Birgün Kitap, Sayı: 71, 6 Şubat, 2010.
Franz Kafka, Dönüşüm adlı öyküsüne şu cümleyle başlar:
Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.
Dava ise daha ilk cümlesiyle hikayeye başlamak konusunda oyalanmayacağını gösterir:
Biri iftira atmış olacaktı ki Joseph K’ya, bir sabah hiçbir neden yokken tutuklandı.
İşte Dönüşüm ve Dava‘nın başlangıç cümlelerinin önemi, yazarın tamamla(ya)madığı son romanı Şato ve “Ceza Sömürgesi”, “Açlık Sanatçısı” gibi öykülerini de kapsayan, Kafka’nın felsefi bakış açısını ortaya koymalarıdır. Kafka’nın neredeyse bütün üretiminin arkasında gizlenen bu felsefi özellik, yazarın alışılmadık yazış seklinde kendini gözlemlenebilir kılar. Kafka, yarattığı çoğu karakteri karanlık bir rüyanın içindelermiş gibi betimler. Yasananlar Bay K’nın gördüğü kötü rüyalar asla değildir; ama O, tıpkı bir kabusun içindeymiş gibi, hikayesinin başlangıç olayını sorgulamaz. Bay K, söz konusu olayı bilinçsiz bir sekilde ve hiç duraksamadan kabullenmekle kalmaz; ama daha önemlisi, bütün enerjisini kurallarını yadsımayı bile düşünmediği bu oyunu oynamaya adar. Okuyucu, Gregor Samsa’nın bütün öyküde neden bir kez bile, bir insanın durup dururken bir böceğe dönüşmesinin olağan dışı olduğunu düşünmemesi karşında donup kalır. Bay Samsa, böceğe dönüşmesini hemen kabullenmiştir; onun için önemli olan garip ve iğrenç var oluşuyla ailesinin diğer üyelerini rahatsız etmemektir sadece. Benzer bir şekilde Dava’da Joseph K., suçsuz yere tutuklanışından vahşice infaz edilmesine kadar, bir kez bile bu davanın ne hakkında olduğu üzerine kafa yormaz. Joseph K’nın yaptığı tek şey, tıpkı kabus gördüğünü bilmeyen bir kişi gibi, hiçbir bağlama dayanmayan masumiyetini kanıtlayarak nihai infazdan kurtulmaya çabalamaktadır. Şato‘nun Bay K’sı ise gözlerinin önündeki bu kaleye yürüyerek neden bir türlü ulaşamadığını sorgulamaz; sanki kendisi ile kale arasında yürümesini engelleyen şiddetli bir rüzgar esmektedir. Diğer öykülerin Bay K’ları da, benzer bir sekilde, kendilerini ölüme götüren başlangıç olayının gizemli mekanizmasını sorgulamayı asla düşünmezler; gelişmiş garip bir mekanizma tarafından infaz edilseler (Ceza Sömürgesi), ölünceye kadar bilerek aç kalmayı tercih etseler (Açlık Sanatçısı) ya da babalarının basit bir emriyle intihar etmeyi kabullenseler de, Bay K’lar olayların nasıl basladığı konusunda hiçbir sorgulama içine girmezler. Önemli olan nokta, bütün bu yasananların karakterler için birer kabus degil gerçekliğin ta kendisi olmasıdır. Öyle bir gerçeklik ki onu sorgulayarak ondan kurtulamazsınız, tek yapabileceğiniz çaresizce debelenip durmaktır; o kadar!
Kafka’nın karakterleri için yarattığı bu evren, modern insanın içinde yasadığı evrenden başkası değildir; yalnızlığın, yabancılaşmanın ve yok oluşun evrenidir bu. Özne, karşısına dikilen, onu dönüştürüp parçalayan yapı karşısında çaresizdir; ama, hayatta kalabilmek için daha baştan ölü doğmuş faydasız bir mücadeleye girişebilir sadece. Çünkü yapı, özneye yalnızca iki seçenek arasında yapılacak bir tercih hakkı sunar; ya yapının bir parçası olacak, böylece iktidar mekanizmasının kendisini yeniden üretmesini sağlayarak, özneden nesneye dönüşerek yabancılaşacaktır ya da iktidar ve onun zaten birer parçasına dönüşmüş diğer “özne”ler karşında çaresizce debelenip duracaktır. Ancak, Bay K’nın karşısına dikilen bu iktidar büyük “İ” ile yazılan “İktidar” değildir. İktidar kendisini, bizzat yabancılaşmayı tercih etmiş “özne”ler arasındaki iliskilerde yeniden üretir. Foucault’un iktidarın her yerdeliğidir bu. Şato‘da öğretmen, şöyle seslenir Joseph K’ya:
Köylülerle şato arasında pek bir fark yok.
Dava‘da Bay K’yı tutuklayıp en sonunda infaz eden iki memur da, kendilerine verilen emri, bir kez olsun sorgulamadan, bürokratik bir akılcılık ile yerine getirirler. Yine de Bay K, yaptığı onca mücadeleden sonra, karnında parıldayan bıçağı gördüğünde, onları “emir kulu” oldukları için suçlamak istemez ve ölüme sessizce teslim olur.
Kafka’nın ölümünden sonra, kendi ailesinin de sonunu getirecek olan Alman Nazizmi’nin iktidara gelişi ve eylemleri bu açıdan yazarın dehasını ortaya koyar. Çünkü, Hanna Arendt’in gösterdiği gibi, Nazizmin işlediği soykırım, “barbarlığın” değil, tam tersine modern uygarlığın doruğuydu. Bu insanlık suçunu tasarlayan insanlığı “aydınlığa” kavuşturacağına inandığımız modern bilimdi ve onu yürürlüğe koyansa bürokratik araçsal akıldan başkası degildi. Yahudi soykırımının arkasında, Hitler’den çok kendilerine verilen emri sorgulamadan yerine getiren doktorlar, bürokratlar ve mühendisler vardı. 18. yüzyılda Aydınlanma, insanın bilgi ile kendisi arasındaki bütün aracıları reddederek kendi aklına güvenmesini, böylece dünyadaki bütün sorunları ortadan kaldırabileceğini vaat etmişti. Ama 19. ve 20. yüzyıl, tarihte eşine rastlanmayan derecede büyük savaşlar, soykırımlar ve eşitsizlikler içinde geçti ve belki de en önemlisi, bütün bunların, Aydınlanma’nın kutsadığı aklın sonucu olmasıydı. Bu bakımdan, Wagenbach’ın da işaret ettigi gibi, Kafka’daki “baba kompleksi” aslında yazarın modern dünyaya karsı duydugu kompleksti. Kısaca, Kafka, her yerde olan, yalnızca yönetmeyen ama karşısındakini yabancılaştırarak dönüştüren iktidar karşısında biçare kalan bizzat kendisinin biyografisini, yani modern bireyin biyografisini yazdı.